Yazarın acısına bakmak

Photo by Mike Von on Unsplash

“Hastalık” kelimesi huzursuzluğu içinde barındırır. Tıpkı huzursuzluk gibi hastalığı da tarif etmek zordur. Bilge Karasu hayatının son dönemlerinde kaleme aldığı, yarım kalan “Acı Çeken Gövde” adlı denemesinde şöyle der: “İnsan neyi betimlemeğe kalkmamış ki ağrıyı da betimlemeğe girişmiş olmasın?” Pankreas kanserinin pençesindeki Karasu bu kısa metinde bedenini ele geçiren amansız hastalığı anlamaya çalışırken, okuru Virginia Woolf’un deyişiyle “sağlığın ışıklarının seyreldiği anlara” taşır. Sema Kaygusuz’un Yere Düşen Dualar romanının kahramanına kulak verirsek: “Hastalık, ruh dediğimiz o dumansı yaratığı gövdeye karşı kullanamadığımız biricik sığınaktır. Yaşamın ölüm koktuğunu onun sayesinde anlarız.” Pek çok yazar hayatının bir safhasında hastalığın bünyesini kemirmesinden şikayetçi olmuştur. Ama sonuçta hastalığa razı olmaktan öteye gidilemiyor. Bu kabullenme bir adım sonra yazarların eserlerine de yansıyor. Günümüzde bilim insanlarının araştırmaları ruhsal ve fiziksel rahatsızlık yaşayan yazarlar üzerine önemli bulgular sunuyor. Hastalık ile edebi üretim arasındaki ilişkinin seyrine odaklanan bulgularda bazı soruların cevabını bulmak mümkün.

Yazarlar ve hastalıklar üzerine yapılan araştırmalara baktığımızda şaşırtıcı sonuçlarla karşılaşıyoruz. 2002’de, San Bernardino California Eyalet Üniversitesi’nden Dr. James Kaufman’ın 1629 kişi arasında yaptığı araştırma şairlerin, özellikle kadın şairlerin ruh sağlığının diğer sanatçılara göre bozulmaya daha yatkın olduğunu ortaya koymuştu. Kaufman’ın yaratıcılık ile ruhsal bozukluk arasındaki ilişkiye odaklanan çalışması literatüre “Sylvia Plath Etkisi” olarak geçti. Geride bıraktığımız haziran ayında yayımlanan yeni bir araştırma ise yaratıcılık ile deliliğin insan DNA’sının molekülleriyle bağlantılı olduğuna dikkati çekiyordu. İzlandalı araştırmacıların verilerine göre, yaratıcı insanlardaki genetik faktörler, sıradan insanlara oranla bipolar bozukluk ve şizofreni riskini artırıyor. Buna göre ressamlar, müzisyenler ve yazarlar bu geni başka insanlara oranla yüzde 25 daha fazla taşıyor. Aynı konudaki son araştırma ise geçtiğimiz haftalarda İsveçli bilim insanlarından geldi. Araştırma, yazarların ruh sağlığının depresyona, anksiyete bozukluğuna ve kötü madde kullanımına daha açık olduğunu ortaya koyuyor. Buna göre yazarların şizofreniye ve manik depresif bozukluğa yakalanma riski normal bireylere oranla iki kat daha fazla.

Uzman gözüyle yazar hastalıkları

Yazarların hastalıklarına uzman gözüyle bakan bir kitap geçtiğimiz haftalarda Türkçeye çevrildi. John J. Ross’un, Shakespeare’in Titremesi Orwell’in Öksürüğü adlı çalışması William Shakespeare’den James Joyce’a, Jack London’dan Brontë Kardeşlere kadar yazarların hastalıklarına odaklanıyor. Dahiliye ve enfeksiyon hastalıkları uzmanı, Harvard Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde öğretim üyesi olan Kanadalı Ross, yazarların tespit edilen hastalıklarını bir hekim gözüyle tek tek inceliyor. Kimi zaman kurmaca metinler kimi zaman da tıbbi veriler üzerinden ilerleyen çalışma, “yazarlar ve hastalıkları hakkında, tıbbi bir bakış açısından yazılmış bir kitabın ilgi çekebileceği” düşüncesiyle kaleme alınmış. Ross’un kitabında sözünü ettiği yazarlara geçmeden önce hastalık ve yazmak üzerine biraz kafa yoralım.

‘Hastalık, hayatın gece karanlığıdır’

Susan Sontag hastalık ülkesine göç edip oranın neye benzediğini anlattığı Metafor Olarak Hastalık adlı kitabına şöyle başlar: “Hastalık, hayatın gece karanlığıdır; daha sıkıntılı süren bir yurttaşlıktır. Dünyaya gelen herkes, biri ‘sağlıklılar’, diğeri ‘hastalar’ ülkesinde olmak üzere çifte vatandaşlığa sahiptir bu yeryüzünde.” Hastalıkların ele alınışında öteden beri ahlâki değerler ağır basar. Tomris Uyar’a kulak verirsek: “Veba gibi salgın hastalıklar, nasıl bir toplumdaki çürümenin cezası olarak algılanmışsa, frengi, cüzam ve çiçek de bireyde, bireyin kişiliğinde ortaya çıkan bozuklukların, zaafların göstergeleri olarak algılanagelmiştir. Bu katı ahlâki değerler değiştirilmediği, üstelik hayatın her düzlemine kendi metaforlarıyla yerleşebildikleri hastalıklar ‘zenginler’e ve ‘fakirler’e göre diye ayrılabildikleri sürece, en basit virüsler bile gözden kaçabilecek, tedavi yöntemlerini araştırmada bir yılgınlık baş gösterecektir.” Enis Batur da pek çok yazarın pençesine düştüğü sifilisi, “19. yüzyılın karabelâsı, kargışlı hastalığı” diye tanımlar: “Baudelaire’i, Flaubert’i, Maupassant’ı, daha nicesini kahreden, ağır ağır tüketerek, kıvrandırarak ölümü kurtuluşa dönüştüren onmaz kâbus.”

Hastalık tecrübesini kaleme almak zorlu bir uğraştır. Virginia Woolf bu durumu şöyle açıklar: “Âşık olan bir liseli genç kızın derdine tercüman olabilecek bir Shakespeare veya Keats var, ama acı çeken biri doktora başındaki ağrıyı anlatmaya kalkıştığında dil birdenbire kurulaşır.” Walter Benjamin de Proust’un astım hastalığı karşısında çaresiz kalan doktorlardan söz eder. Proust ise, tam aksine, hastalığını kendi hizmetine koşmuştur. Benjamin, yazarın bunu sistematik bir biçimde yaptığını aktarır: “İşin en dışsal yanından başlayacak olursak, hastalığının kusursuz bir sahne yönetmeniydi Proust.”

Shakespeare’in titrek yazısı

Kitaba dönersek… John J. Ross bir genellemeyle başlıyor: “Müthiş yazarlarda sıkça rastlanan biyografik bir özellik de, maddi bir felaket, ebeveynlerden birinin ölümü ya da başka bir travmayla güvensiz hale gelen bir ergenliğin takip ettiği mutlu bir erken çocukluk dönemidir.” Shakespeare bu halkaya dâhil olanlar arasında. Onun hakkında dilden dile dolaşan hastalıklara Ross pek anlam veremese de makul bir cevap aramaya çalışıyor kitabında. Shakespeare’in titrek bir elyazısı olduğunu ve bunu Parkinson hastalığına bağlayanlar bulunduğunu belirten yazar, Parkinsonlu hastaların elyazıları minicikken (mikrografi), Shakespeare’in titrek yazısının normal boyutlarda olduğunu aktarıyor. Bu titrek elyazısı her ne kadar saatler boyunca yazı yazan profesyonel yazmanlarda görülen, yazar krampı veya başka deyişle arzuhalci felci olarak kabul edilse de, Shakespeare’in bu hastalığa yakalanmış olmasına şüpheli bakıyor yazar. Shakespeare’in ölüm nedeninin frengi olduğu dedikodusuna karşı çıkan Ross, yine de yazarın oyunlarındaki ve sonelerindeki frengi takıntısının, onun bu tür bir hastalıktan mustarip olduğuna dair dolaylı bir kanıt sayılabileceğini düşünüyor.

Hasta bir yazar: Swift

Ross’un kitabında bahsettiği bir başka isim Jonathan Swift. George Orwell onun için şöyle diyor: “Hasta bir yazardır. Çoğu insanda yalnızca aralıklarla görülen depresif ruh halinden hiç çıkmıyordu; daha çok karamsarlıktan ya da grip sonrası etkilerinden mustarip biri kitap yazmaya kalkmış gibi... Yine de ilginçtir ki pek az çekinceyle en çok hayranlık duyduğum yazarlardan biridir ve hele ki Gulliver’in Gezileri sıkılmamın imkânsız olduğu bir kitaptır.” Swift baş dönmesi atağı başladığında günlerce iş yapamaz hale gelir ve tökezlemeden yürüyemezmiş. Ross, Swift’in muhtemelen Ménière hastalığından ya da gittikçe artan bir içkulak rahatsızlığından mustarip olduğunu söylüyor.

Brontë ailesi ve dedikodular

Edebiyat tarihinin kardeş yazarlarından Brontë’ler de birçok dedikodunun gölgesinde tartışılmıştır. Ross, Brontë Kardeşlerin Victoria döneminde yaygın bir hastalık olan tüberkülozdan öldüğünü hatırlatıyor. Bunun yanı sıra, Brontë ailesinin edebi dehaya kapıları açan birtakım kalıtsal özelliklere sahip olduğunu unutmamak gerekir. Ailede “kişiyi hem duygudurum bozukluğuna hem de Asperger sendromuna yatkın hale getiren, böylece zengin bir duygusal deneyim kaynağını üstün sözel beceriler, oldukça detaylı anılar ve takıntılı bir çalışma ahlâkına ve zekâya dönüştüren” genetik yapı Brontë Kardeşlere edebi anlamda başarı getirmiştir.

Melville ve stres bozukluğu

Herman Melville çocukken ve yetişkin bir erkekken aile trajedilerinin ıstırabını çekmiş. Eleştirmenlere eserlerini bir türlü beğendirememesi ve inanç konusunda yaşadığı şüphelerin yanı sıra bipolar bozukluk, travma sonrası stres bozukluğu ve alkolizm gibi psikiyatrik hastalıklarla savaşmış. Ross’a göre muhtemelen ankilozan spondilit yüzünden bozulan sağlığıyla yıllarını geçirmiş. Fakat Billy Budd adlı eseri yazara başarının yanı sıra şahsi mutluluk da getirmiş. Ross bu süreçte eşinin, ailesinin ve dostlarının sevgisinin, desteğinin ve sonsuz sabrının Melville’in kronik hastalığının seyrini iyiye doğru değiştirdiğini söylüyor.

Joyce ve zorlu ameliyatlar

James Joyce çocukken güleç yaradılışından ötürü aile içinde “Neşeli Jim” olarak bilinirmiş. İyi bir eğitim alan Joyce’un, halk arasında belsoğukluğu olarak bilinen Neisseria gonorrhoeae bakterisinin sebep olduğu, insanlığın kadim hastalıklarından birine yakalandığı söylenir. O dönemde bu hastalığa karşı uygulanan tedaviler pek sonuç vermez. Sonunda iltihap, ameliyatlar ve komplikasyonlar yüzünden Joyce görme yetisini neredeyse tamamen yitirir. Bunun yanı sıra hayatının son yıllarına doğru yazarda belirgin bir depresyon eğilimi görülür.

Joyce 1914’te Ulysses’i yazmaya başlar fakat 1917’de göz sorunları yeni bir aşamaya girer. Ross şöyle anlatıyor: “Birkaç glokom atağı geçirdi; sokağın ortasında geçirdiği bir tanesi öyle ani ve öyle şiddetliydi ki, acıdan gözü dönmüş bir halde göz doktorunu baskıyı azaltsın diye irisin bir kısmını kesip almaya zorladı.” Bunun ardından Joyce’un köpek ve şimşek fobilerine ameliyat korkusu da eklenir. Ama hayatının sonraki dönemlerinde çeşitli ameliyatlar geçirecektir. Ross’un kitabından öğreniyoruz: “Görüşü kötüleştikçe, Joyce devasa harflerle yazı yazıyor ve okumak için de bir büyüteç kullanıyordu. Görme yetisinden mahrum kalınca, işitme duyusu keskinleşti ve dilin müziği bir takıntıya dönüştü. Görme yetisini kaybetmesi ve o zamana dek yayımlanan kısımların iyi tepkiler almamasından ötürü depresyona girince, 1927’de Work in Progress’i yazmayı neredeyse tamamen bıraktı. Ertesi yıl 50 kiloya kadar düştü (Joyce bir seksen boyundaydı). Anlaşılacağı gibi kuvvet verici etkilerinden ötürü arsenikle tedavi edildi ve biraz kilo alabildi.” Daha sonra pek çok şok geçiren yazar, akciğerlerinin sıvıyla dolmasıyla komaya girer. İç kanama başlar ve bu ağrı nöbetinin başlamasından yetmiş iki saat sonra James Joyce ölür.

Yazmak hastalık mıdır?

Hastalık ve yazmak kavramları yan yana gelince, yüzyıllardır tartışma konusu olan “Yazmak hastalık mıdır?” sorusu da akla düşüyor. Tomris Uyar buna şöyle cevap vermişti: “Bizim hastalığımız bir tür metodu olan delilik. Çok sıkı bir disiplin gerektiriyor. İyi bir ön hazırlık şart. Bu durumda da hastalanmamak için epey çaba harcamış olursunuz. Galiba da dünyayı bildiğinizce değiştirmek, yeni bir düzen ya da düzensizliğe sokmak için böyle bir kaygıyla yazıyorsunuz. Üstelik öbür hastaların sandığı gibi zevk veren bir hastalık da değil.” Edebiyat tarihi boyunca hastalığı anlamlandırma çabasıyla çeşitli metaforlar üretilmiştir. Her yazarın kendi acısını ele alışı ve ona anlam vermesi hem hayatında hem de kurmaca eserlerinde etkisini gösterir. Yine de sevdiğimiz bir yazarın hasta olması fikrini, onun da her fani gibi çeşitli fiziksel ve ruhsal hastalıklarla boğuşuyor oluşunu kabullenmek zor. Belki bu sebeple edebiyat tarihinde yazarlar ve hastalıkları hakkında pek çok dedikodu var. Yazarların hastalıklarına uzman gözünden bakmak bu yüzden anlamlı ve değerli bir tecrübe.

Yorumlar