Yıldızı geç parlayan yazarlar

İllüstrasyon: Cem Kızıltuğ
Amerikalı yazar John Williams (1922-1994) Stoner adlı romanını 1965’te kaleme almıştı. Yazarın kendi hayatıyla benzerlikler taşıyan eserin konusu kısaca şöyle: William Stoner ziraat fakültesini bitirip babasının çiftliğini devralmak için yola düşer. İngiliz edebiyatına merakı, onu bu alana yöneltir. İnişli çıkışlı bir evliliğe rağmen aşkı bulan Stoner sönük ve sıradan bir akademisyen sayılmasına rağmen işini coşkuyla yapar. Roman sıradan görünümlü bir edebiyat profesörünün hikâyesini anlatıyor.

Stoner yayımlandığı yıl yaklaşık iki bin adet satar, öyle ki senelerce kitabın baskısı bulunmaz. Fakat roman neredeyse her on yılda bir edebiyat okurlarının, başka deyişle ‘mutlu bir azınlık’ın ilgisi sayesinde yeniden basılır. Peki, neden bunca zaman kimse kitabın adını bile duymamıştır? Kaldı ki, John Williams 1973’te Augustus adlı kitabıyla Amerikan Ulusal Kitap Ödülü’ne değer görülmüştür.

Seneler sonra ‘keşfedildi’

Stoner’ın hikâyesini şaşırtıcı kılan, yazarının ölümünden seneler sonra ‘keşfedilmesi’. Fransa, İtalya, Hollanda, İspanya ve İsrail’de aylarca çoksatanlar listesinde kalan roman geçtiğimiz günlerde Koton Kitap tarafından dilimizde yayımlandı. Tam da burada sorular ağı bizi içine çekiyor: Nasıl oldu da eleştirmenlerin “muhteşem bir roman” diye tanımladığı Stoner yıllar sonra çoksatanlar listesine girdi?

New York Review Books’un (ünlü NYRB dergisinin yayınevi) editörü Edwin Frank, Stoner ile bir kitapçıda karşılaşır. Bir oturuşta bitirdiği romandan çok etkilenen Frank, hemen eserin yayın haklarını satın alır. Stoner yayınevinin klasikler serisinden 2006’da basılır. Kısa sürede kitap hakkında pek çok iyi eleştiri yazısı çıkar. Eleştirmenler romanı “nefes kesici, büyüleyici” diye niteler.

Stoner’ın ünü ABD’den sonra İngiltere’ye ulaşır. Romancı Colum McCann, The Guardian gazetesinde kitabı “geçtiğimiz yüzyılın unutulmuş, en güzel romanlarından biri” olarak tanımlar. Romanın ünü Avrupa’ya yayılır ve pek çok büyük yayınevi yayın haklarını satın almak için yarışa girer. Stoner, yazılmasının üzerinden yaklaşık elli yıl sonra uluslararası bir şöhrettir artık.

Ünlü olmamakla ünlü bir yazar

John Williams’ın arkadaşı Dan Wakefield, Stoner’ın yazarını “o, ünlü olmamakla ünlüydü” diye anlatıyor. Claire Cameron, kitabın yeniden gündeme gelmesini bir adamın doğru zamanda doğru mekânda bulunması ile açıklarken yerinde bir saptama yapıyor: Roman hak ettiği ilgiyi seneler sonra has edebiyatın tadına varmış iyi bir editör sayesinde görmüştür.

Edebiyat ajanı Denise Bukowski, her yayıncının göz ardı edilmiş iyi bir yazarı keşfetmeye meraklı olduğunu ve bir kitap NYRB klasikler dizisinden yayımlanmışsa dünyada hiçbir yayıncının onu basmakta tereddüt etmeyeceğini söylüyor. Stoner’ın Hollandalı yayıncısı Oscar van Gelderen, Williams’ın romanını basma fikrini mesai arkadaşları ile paylaştığında “Emin misin, bu çok sıkıcı bir kitaba benziyor.” cevabı ile karşılaşmış. Fakat hayatta olmayan bir yazarın kitabını piyasaya sunmanın zorluklarını bir kenara bırakarak kitabı dikkat çekici bir kapakla ve üzerinde “klasik” tanımlaması olmadan yayımlamış. Claire Cameron’un anlattığına göre Hollandalı yayıncı sosyal medyanın imkânlarını seferber ederek iyi bir satış rakamı yakalamış ve Stoner ülkenin en çok satan romanı olmuş.

Türk ve dünya edebiyatında Stoner’ın kaderini paylaşan pek çok eser var. Selim İleri’nin dediği gibi, “Her çağın okuma, yorumlama anlayışı farklı oluyor. Dün önemsenenler, yere göğe sığdırılamayanlar, bakıyorsunuz bugün sönüp gitmiş. Bazen tam tersi: Dünün gözden ırak tuttukları, görmezden geldikleri (belki sadece göremediği) yarına açılabiliyor.”

Kalıcı olmanın dayanılmaz cazibesi

Edebiyatta kalıcılığın kurallarının bulunduğunu söylemek mümkün değil, fakat kalıcı olmak her yazarın içinde tükenmeyen bir dürtüdür. William Faulkner’ın tespitiyle, “Her sanatçının amacı, devinimi yani yaşamı suni yollarla durdurup sabit kılmaktır ki yüzyıl sonra bir yabancı ona baktı­ğında yaşam yeniden canlansın. İnsan fani olduğuna göre, onun için tek mümkün olan ölümsüzlük, geride her zaman canlı kalacak ölümsüz bir şey bırakmaktır. İşte bu, sanatçının geçmek zorunda olduğu nihai ve geri dönülmez unutulma yolunda, duvara ‘Kilroy buradaydı’ yazma şeklidir.” Aynı konuda T. S. Eliot’ın şu sözü de kayda değer: “Hiçbir dürüst şair yazdıklarının kalıcı değerinden emin olamaz. Bütün zamanını ziyan etmiş ve hayatını bir hiç için altüst etmiş olabilir.”

Faulkner’ın sözünü ettiği ‘ölümsüzlük’ konusuna bir örnekle devam edelim. İngiltere’nin The Guardian gazetesi 1929’da okurlarına 2029’da hangi yazarların okunacağını sorar. Listedeki ilk beş yazar şöyledir: John Galsworthy (1,180 oy alır), H. G. Wells (933 oy), Arnold Bennett (654 oy), Rudyard Kipling (455 oy), J. M. Barrie (286 oy). Daha 2029’a ulaşmadan listedeki birçok yazarın ismi edebiyat dünyasından neredeyse silindi. Şimdilerde İngiliz edebiyatının klasikleri olarak nitelenen James Joyce, Virginia Woolf, D. H. Lawrence, E. M. Forster ise listede pek rağbet görmemiş (Joyce sadece 10 oy almış). İngiliz yazar John Sutherland, listedeki bu ilginç tabloyu modernizme ve edebi eleştiri geleneğinin zamanla gelişmesine bağlıyor. Gelecekte kimin okunacağını uzun vadede tahmin etmek elbette zor, ancak kanonik edebiyata eklemlenebilen ve o safta konumlandırılan eserlerin talihinin daha açık olduğunu söylemek mümkün.

‘Çoksatar’ sözcüğü nerden geliyor?

“Çoksatar” sözcüğünün ilk kez 1889’da bir Kansas City gazetesinde kullanıldığını söyleyen Alberto Manguel şöyle devam ediyor: “Çoksatanlara hayran kalmaya hevesliyiz ve ‘bir kitabın raf ömrü’nden söz ediyoruz, ama çoğu kitabın ancak bir yumurta kadar ölümsüz olduğunu anlamak bizi hayal kırıklığına uğratıyor.” Tom Vanderbilt, çoksatar kitapların nadiren de olsa zamanın dişli çarklarından nasıl sıyrılıp hâlâ okunduklarını incelediği yazısında, bunu farklı nedenlere bağlar. Bir teoriye göre bu kitaplar hiç de iyi olmadığı için talep görmüyor, diğer teoriye göre ise her nesil kendinden önceki çok satan kitapların kodlarını öğrenip kendi zamanına uyarlıyor .

John Williams’ın hemen yanı başında konumlandırılabilecek ve onunla aynı kaderi paylaşan isimlerden biri Sylvia Plath. Ölümünün 50. yılında anılan Plath’in intiharından kısa süre önce yayımlanan tek romanı Sırça Fanus, yeni bir kapakla tekrar okura sunuldu. (Kitabı yayımlayan Faber & Faber, kapağıyla pek çok eleştirinin odağı olmuştu.) Bu yayıncı hamlesi romanın İngiltere’deki pek çok kitabevinde çok satanlar rafına yerleşmesini sağladı.

Plath’in kocası İngiliz şair Ted Hughes’un (1930-1998) da bir kitabı benzer kaderi paylaşıyor. Şairin 1998’de Birthday Letters adıyla yayımladığı kitap, Plath ile ilişkisinden izler taşıyor. Hughes’un 2010’da yayımlanan, Plath’ın ölümünden önceki üç gününü anlattığı ve intihara giden süreçte kayıp halka olarak görülen “Last Letter” adlı şiiri gözlerin yeniden şaire çevrilmesine sebep oldu. Şiir kitapları tekrar basıldı. Bir şairin bir başka şairin yıldızını parlatmasına başka bir örnek: John Donne (1572-1631), T. S. Eliot’ın yaklaşık 300 yıl sonra dikkat çekmesiyle görünür hale gelmişti.

Jane Austen’ın geç gelen şöhreti

Jane Austen (1775-1817) yaşadığı dönemde pek ünlü bir yazar değilken, ona olan ilgi ölümünden sonra artar, birçok eseri dizilere ve filmlere uyarlanır. Austen’ın yaşadığı dönemde kitap satış rakamları fena olmasa da asıl ‘patlamayı’ öldükten sonra yapar. Öyle ki, eserleri parodi romanlara konu olur. Edgar Allan Poe (1809-1849) ise “Kuzgun” adlı şiiri yayımlandıktan tam 18 yıl sonra ünlenir. Poe hayatı boyunca yazıdan yeteri kadar para kazanamasa bile öldükten sonra büyük bir üne erişir. Henry David Thoreau (1817-1862) da bu konuda talihsizler arasındadır. Yazarın sağlığında yayımlayabildiği sadece iki kitabı vardır. Concord ve Merrimack Irmakları Üzerinde Bir Hafta adlı kitabını bin adet (kendi parasıyla) bastırır, fakat bunlardan sadece 300 kadarı satılır. Günlükleri ve diğer eserleri yazarın ölümünden sonra yayımlanır, böylece Thoreau ünlüler kervanına katılır.

Herman Melville (1819-1891) ise ilk romanı Typee ile başarı yakalar, fakat sonraki romanları daha az ilgi görür ve az satar. Moby Dick yazarın bir nevi patlama yaptığı kitap olur, eleştirmenlerden ve okurlardan ilgi görür. Pierre adlı romanı ise işlediği temadan dolayı bu yükselişe son verir. Fakat Melville yarım kalan ve ölümünden sonra yayımlanan Billy Budd ile itibarını tazelemiştir.

Emily Dickinson’ın parlayan yıldızı

Emily Dickinson (1830-1886) tam anlamıyla ‘yıldızı sonradan parlayan’ bir şair. Çekmecelerde sakladığı şiirlerini gazete ve dergilerde takma isimle yayımladığında pek ilgi görmez fakat öldükten sonra çekmeceden çıkan şiirleri ona büyük ün kazandırır. Dickinson yaşadığı dönemde kendi adıyla sadece yedi şiiri yayımlanmıştır. Kimi edebiyat tarihçileri şairin 1800’ün üzerinde şiir yazdığı görüşünde.

Franz Kafka’nın da (1883-1924) yaşarken pek az eseri yayımlanır. Edebi dehası yazarın ölümüne kadar çok fark edilmez. Bilindiği gibi, taslaklarını, günlüklerini ve mektuplarını öldükten sonra imha etmesi için bıraktığı Max Brod, yazarın bu dileğini yerine getirmez. Kafka, Brod’un bu ‘ihanetiyle’ dünyaca ünlü bir yazara dönüşür.

Sinemanın ve dizilerin etkisi

Geçmiş yıllarda pek çok ödül alıp şimdilerde ismi unutulan pek çok yazar sayılabilir. Bu unutulmuş yazarları tekrar dolaşıma sokan etkenlerden biri, romanlarının sinemaya ve TV dizilerine uyarlanması. İngiliz şair, yazar Ford Madox Ford’un (1873-1939) Parade’s End adlı eserinden BBC tarafından geçtiğimiz yıl uyarlanan yapım, Benedict Cumberbatch gibi ünlü oyuncuların yer almasıyla İngiliz okurların yeniden Ford’un eserlerine dönmesine yol açmıştı.

F. Scott Fitzgerald’ın (1896-1940) Muhteşem Gatsby adlı başyapıtı ise Amazon’un 2013 çoksatanlar listesinde yer alıyor. Bunun sırrını çözmek zor değil; roman geçtiğimiz mayıs ayında yeniden filme uyarlandığında başrolde Hollywood’un ünlü isimleri vardı.

Sinemanın ve TV dizilerinin yazarları tekrar dolaşıma sokmasının ülkemizde de örnekleri var. Her zaman ilgi gören romancılarımızdan Reşat Nuri Güntekin’in (1889-1956) pek çok eserinin TV uyarlamaları, seneler sonra kitaplarının yeniden dolaşımda kalmasını sağladı. Özellikle 1970’li yıllarda TRT’nin Türk edebiyatından Halit Ziya, Sait Faik, Aziz Nesin gibi yazarların eserlerini ekrana taşıması bu yazarlara ilgiyi artırmıştı. Geçtiğimiz yıllarda Aşk-ı Memnu dizisinin popülerliği, Halit Ziya’nın romanının yıldızını yeniden parlattı.

Andrey Platonov ise konumuza daha farklı bir örnek. Yeteneği Maksim Gorki tarafından keşfedilince edebiyat dünyasının dikkatini çeken Platonov (1899-1951) yazarlık hayatına iyi bir başlangıç yapar fakat daha sonra bazı eserleri baskıcı rejimin yasaklamalarına maruz kalır. Platonov, İkinci Dünya Savaşı’nda savaş muhabiri olarak çalışır ve ‘piyasada’ tekrar tanınır. Savaş sonrasında da birçok saldırıya maruz kalan talihsiz yazar, 1951’de oğlundan kaptığı tüberküloz sonucu ölür. Platonov’un başlıca eserleri 1980’lerin sonuna kadar yasaklı kalır ve 1990’larda KGB’nin edebiyat arşivinin ‘kısmen’ halka açılmasıyla bitmemiş bir romanı ortaya çıkınca yıldızı yeniden parlar.

Tanpınar ve Benjamin’in ortak kaderi

Son yıllarda Ahmet Hamdi Tanpınar’ın (1901-1962) artık sınırları aşan bir yazar haline geldiğini söylemek yanlış olmasa gerek, zira kendi döneminde ilgi görmediğinden, dünyaya açılamadığından yakınan yazarın kitapları bir bir dünya dillerine çevriliyor. Tanpınar’ın hemen yanı başında konumlandırılabilecek, “aynı kederi paylaşan” bir başka yazar ise Walter Benjamin (1892-1940). O da 1970’lerden itibaren kitaplarının birçok dilde yayımlanmasıyla tanınırlık kazanmıştı. Nurdan Gürbilek, Tanpınar ve Benjamin’i birlikte okuduğu denemesinde şöyle diyor: “Birbirlerini tanımıyorlardı. Benjamin’in Tanpınar’dan haberi olması beklenemez. Türkçe bilmiyordu; ayrıca ufku, Rusya’yı saymazsak, Avrupa edebiyatı ve felsefesiyle sınırlıydı. Tanpınar’ın da Benjamin’den haberdar olması ihtimali pek yok. Sağlığında fazla tanınmıyordu çünkü Benjamin; üstelik Tanpınar’ın bilmediği bir dilde, Almanca yazıyordu.” Orhan Okay, Tanpınar’a sonradan duyulan ilgiyi şöyle açıklıyor: “Aslında Türk aydını ve okuyucusu da Tanpınar’la geç ilgilendi. Ancak 1970’li yıllardan sonra çeşitli eserleri; kültür, siyaset, sanat, edebiyat hakkındaki görüşleri ele alınmaya, münakaşa edilmeye başladı. Pek çok kitabı da o tarihlerden sonra tekrar tekrar basıldı. Şimdi ölümü üzerinden yarım yüzyıl geçti. Edebi eserlerinin sanat değeri daha iyi anlaşıldığı, takdir edildiği gibi insanlık, memleketimiz ve milletimiz hakkındaki görüşleri ve değer yargıları da daha dengeli ve sağlıklı görünüyor.”

Şöhrete sonradan ulaşan isimlerden İngiliz yazar Barbara Pym ise (1913-1980) biyografi yazarı David Cecil ve şair Philip Larkin’in 1977’de kendisini “yüzyılın en iyi yazarı” olarak nitelemesiyle yeniden gündeme gelir. Bu dikkat çekici sözlerden sonra gözler Pym’e çevrilir ve yazarın Quartet in Autumn adlı romanı 1977’de Booker Ödülü’ne aday gösterilir. Pym ile aynı kuşaktan olan Elizabeth Taylor (1912–1975) da ortak bir kaderi paylaşır. Hilary Mantel’in “usta, başarılı fakat biraz küçümsenmiş” diye tanımladığı yazarın eserleri 21. yüzyılda yönetmenlerin ilgisi çeker ve beyazperdeye uyarlanır.

Robero Bolaño örneği

Yıldızı sonradan parlayan yazarlara bir başka örnek, ABD’li yazar John Kennedy Toole (1937-1969). Yazar, Alıklar Birliği (A Confederacy of Dunces) adlı romanı yayımlanmadan önce intihar eder. Toole’un yayıncılar tarafından geri çevrilen romanı, ölümünden sonra, 1981 yılında Pulitzer Ödülü’nü kazanır ve yaklaşık 20 dile çevrilir. Yazar John Fante (1909-1983) de Charles Bukowski’nin çabalarıyla yeniden gündeme gelmiştir.

Roberto Bolaño- nun (1953-2003) dilimize geçtiğimiz yıl çevrilen 2666’sı yayımlandığı dillerde büyük ilgi gördü. Erken ölümü, yazarın kendi döneminde pek keşfedilmemiş olmasının sebeplerinden biri sayılabilir. Fakat son yıllarda Bolaño’nun arşivi açıldıkça art arda yayımlanan kitaplar gözleri bu isme çevirdi. Stieg Larsson (1954-2004) da ölümünün ardından “Milenyum” üçlemesi ile tüm dünyada şöhreti yakaladı. Ejderha Dövmeli Kız adlı romanının yazarın vefatından dört yıl sonra yayımlanması ve sinemaya uyarlanması, Larsson’u dünyanın en çoksatan yazarlarından biri haline getirdi.

Yazar ve okur arasında önemli bir köprü vazifesi gören bir başka ‘anahtar’ ise biyografiler. Safiye Erol, Suat Derviş, Fatma Aliye, Samiha Ayverdi gibi yazarlar hakkında yayımlanan biyografilerin bu isimleri tekrar rafa taşıdığını söylemek mümkün. Batıdaki en önemli örneği ise William Blake (1757–1827) için yazılan biyografi. Blake, yaşadığı dönemde pek bilinmeyen bir şairdi, ta ki ölümünden sonra Alexander Gilchrist’ın (kendisi 33 yaşında pek genç iken ölür) hakkında yazdığı bir biyografi kitabı ile tam anlamıyla fark edilene kadar…

İyi editörün keşfi

Yukarıdaki örneklerin yanı sıra, bir kitabın yeniden keşfedilmesinde büyük etkenlerden biri de editör. Onun ince sezgisi, becerisi ve donanımı bir kitabın yeniden elden ele dolaşmasını sağlar, tıpkı Stoner örneğinde olduğu gibi… Editör Edwin Frank’ın sezgisi sayesinde çoğumuz bu kitaptan haberdarız. O yüzden, yayınevlerinin birbirinin mutfağında neler piştiğini iyi koklaması, başka ülkelerde hangi kitapların okunduğunu izlemesi gerekiyor. Yeni keşiflerin peşinde olan editörlere edebiyat dünyasının borcu var. İş, sonunda Manguel’in dediğine geliyor: “Ama editörlerle de –‘basımına engel olacak bir şey yok’ hükümleri olmaksızın nerdeyse hiçbir kitabın yayımlanamayacağı editörlerin sürekli ve artık kaçınılmaz varlığıyla da- belki müthiş yeni bir şeyi, bir anka kuşu gibi göz kamaştırıcı ve emsalsiz olan bir şeyi, henüz doğmadığı için tanımlanması imkânsız ama doğmuş olsa yaradılışına hiçbir gizli paylaşıcıyı kabul edemeyecek bir şeyi kaçırıyor olabiliriz.”

Kitap okurla buluşacaktır ama…

Bir eseri ölümsüz kılan elbette okurdur, fakat bir yazarın yeniden fark edilmesi, Wittgenstein’ın başka bir bağlamda kullandığı ifadeyle, “çakışan ve örtüşen bir karmaşık benzerlikler ağı”na sahip. Editörün ince sezgisi, film ve dizilerin Adorno’nun dediği gibi “Halk ne ister?” sorusunun peşine düşmesi, bir yazarın bir başka yazara dikkati çekmesi, eleştirmenin ısrarı, yayıncının zekice hamleleri ve vasiyete uymayan arkadaşın ihaneti… Bütün bunlar bir yazarın yeniden fark edilmesinde ayrı ayrı etkenler. Her şeyi belki de en güzel Cemil Kavukçu özetliyor: “Değeri bilinmemiş, unutulmuş romanlar, öyküler vardır. Bunlar, zamana karşı direnemeyip yenik düştükleri için gözlerden ırak kalmış ürünler değildir; tuhaf yazgıları nedeniyle geçici olarak okurdan kopmuşlardır. Yapıt, gün gelecek değerini bulacak, okuruyla buluşacaktır ama ne yazık ki yazarının bundan haberi olmayacaktır. İşin trajik yanı da budur işte. Yazar, anlatmak istediklerini, kurguladığı dünyayı çekmecesinde saklamak için değil, okurlarla paylaşmak için yazar.”

Musa İğrek
Kitap Zamanı
Sayı: 95
2/12/2013


Yorumlar