‘Ne okursanız osunuzdur’


Kiran Desai, 2006 yılında The Inheritance of Loss adlı romanıyla Booker Ödülü’nü alıp bu ödüle değer görülen en genç kadın yazar olarak adını duyurduğunda otoriteler şaşırmıştı. Bir göç hikayesi anlatan roman bu ay Kaybın Türküsü adıyla dilimize kazandırıldı. Kitabının Türkçeye çevrilmesi dolayısıyla ülkemizde bulunan Desai ile yazarlık serüvenini konuştuk.

Romanınız, Borges’in “Sessizliğin Övüncü” adlı şiiriyle açılıyor. Neden epigraf olarak bu şiiri seçtiniz?

Bu şiir, romandaki karakterlerin ruh halini çok iyi yansıtıyor. Başka bir ülkeye göçmen olarak gittiğinizde yaşadığınız sıkıntılar vardır. Aslında önemli olan, sadece kendi hikâyeniz değildir. Sizin gibi birçok insanın hikâyesi, aynı yazgıyı paylaşan insanlar vardır, tıpkı bir kütüphanedeki kitapların çeşitliliği gibi… Ama siz kendi hikâyenizi anlatırsınız. Bu şiiri de benzer duyguları okurlara aktardığı için seçtim. Aynı şekilde Latin Amerikalıların ve Meksikalıların göç hikâyelerine baktığınız zaman bütün göçmen hikâyelerindeki paralelliği hissedebilirsiniz. Bu yüzden bu duyguların aktarılmasında Borges çok güvendiğim bir yazar.

Kaybın Türküsü’nde kendi hikâyenizi, “göçmenlik tecrübenizi” anlattığınızı söylüyorsunuz. Göçmenlik, yersiz-yurtsuzluk duygusu yazarlığınızı nasıl besledi? Eğer 14 yaşında ayrıldığınız Hindistan’dan Batı’ya hiç göç etmemiş olsaydınız, nasıl bir hayatınız olurdu?

Göçmen olmak sizi yaratıcı olmaya zorluyor. Çünkü bir şekilde başarılı olmak gibi bir motivasyonunuz oluyor. Dünyanız ve içinde bulunduğunuz ortam değişiyor, bu da sizi her zaman daha yaratıcı bir insan yapıyor. Doğduğunuz ülkede kalmak ya da başka bir ülkede yaşamak… Mesele sadece bu iki seçim değildir. ABD’de yaşıyor olsanız bile orada da çok farklı seçimleriniz olabilir. Hippi olarak yaşayabilir ya da çok başarılı bir iş kadını olabilirsiniz. Seçimler her yerdedir, nerede olursanız olun. Kendi hayatınızı siz seçersiniz. Mesela bir ailede, bakıyorsunuz biri doktor olmayı seçerken bir başkası sebze yetiştiricisi olmak istiyor. Bu seçenekler her zaman kendi elimizdedir, yaşadığımız yerle sınırlı değildir. Ama tabii ki göç duygusunun yarattığı hafif bir kaybolmuşluk duygusu var.

Romandaki kahramanların hiçbiri mutlu değil, köpek Mutti dışında… Ama onun da sonu hazin… Bu mutsuzluk hali okuru huzursuzluğa, hüzne itiyor…

Aslında Biju’nun arkadaşı Said de mutlu. Romandaki kahramanları tutunamayanlara benzetenler oldu. Ama sonu iyi bitecek hikâyeler, sonunu bilmediğimiz ilişkiler de var. Kitapta anlatılanların doğası gereği bir hüzün hâkim. Göçmen olarak yaşamanın ve o yolculuğa çıkmış olmanın ruh hali biraz da bunu gerektiriyor.

Biju’nun ABD yıllarında var olan ve yakasını hiç bırakmayan bir nefret alışkanlığından söz ediyorsunuz. Göçmenlik böyle bir nefreti mi uyandırıyor?

Biju güçlü ve sert bir karakter. Bu duygunun tam olarak nefret olduğunu düşünmüyorum. Tabii ki bir yerde duygusal olarak çelişkiler yaşıyor: Ekonomik olarak rahat bir yerde yaşamak mı, yoksa evine geri dönmek mi? Bu anlamda geriye dönüşü olmayan kararlar alabiliyor. Aslında eve dönmek çok kahramanca gözükebilir ama çok zor bir karardır.

Sizin Hindistan’a dönmek gibi bir planınız var mı?

Şu an için yok ama bir şekilde zihnimde, yazılarımda tekrar tekrar oraya dönüyorum. Hindistan’a sık sık gidiyorum ve artık orada daha fazla zaman geçiriyorum.

Avrupa’nın en saygın edebiyat ödülü Booker’ın sahibisiniz. Bu ödülün ülkeniz Hindistan’da da çok önemsendiğini biliyoruz. Booker hayatınızda neleri değiştirdi?

Ödül, hayatımı çok kolaylaştırdı. Bu çok da adil değil. Çünkü yazar olmak zor bir şeydir. Çoğu zaman kitabınızı yayımlayacak bir yayınevi bile bulamazsınız. Sizi tam olarak anlayacak bir yayıncıyla karşılaşmak zor, ama ödül sahibi olduğunuz zaman karşınıza farklı fırsatlar çıkabiliyor.

Politik bir yazar olduğunuzu düşünüyor musunuz? Bir yazar yaşadığı dönemin politik sorunlarıyla ne ölçüde ilgilenmeli?

Politik bir düşüncenizin olması için yazar olmanız gerekmiyor. Evet, ben politik bir yazar olduğumu düşünüyorum. Benim koşullarımdan, yaşadığım bölgeden gelen her insanın mutlaka bir politik görüşü olması ve olaylara politik bir mercekten bakması gerekir. Çünkü insanlar dışarıda onları nasıl tanıttığınız ile ilgileniyorlar. Bir roman asla sadece bir roman değildir. İçinde çok farklı şeyler barındırır. Özellikle Hindistan’da insanlar bu konuda çok hassaslar. “Yazar dışarıda bizi nasıl tanıtmış? Romanında ülkemizi ve insanlarımızı Batı’ya nasıl aktarmış?” diye soruyorlar. Bu konuda da hassas olmanız gerekiyor. Tabii ki politik bir görüşe sahip olmalısınız ama romanlarımda politika hiçbir zaman ana konu olmadı.

Ünlü bir yazarın, Anita Desai’nin kızısınız; fakat aynı zamanda çeşitli üniversitelerin “yaratıcı yazarlık” (creative writing) bölümlerine devam ettiniz. Yazarlık gerçekten öğrenilebilir bir şey mi? Yeteneğe ve kalıtıma da inanıyor musunuz?

Yazarlığın öğrenilebilecek değil, geliştirilebilecek bir şey olduğunu düşünüyorum. Bu, içten gelmeli. Birçok yetenekli insan var ki, bir yapıt ortaya koyamıyorlar. Çünkü yazarlık belli bir disiplini, düşünceleri toparlamayı gerektirir. Bu da çalışarak öğrenilebilir. Bir de çok mutlu bir şekilde üniversiteye gidip, dersler alıp ben yazar oldum demek bu işin doğasına aykırı. Yazma eylemi yazarı yoran ve çaba gerektiren bir şey. Başkasının öğreteceği değil, sizin geliştireceğiniz bir eylem.

Kitapta, “Sai, bir yerde kesilmesi gereken hikâyeleri biliyordu” diye bir cümle var. Romanınızı bitirmenizin vakti geldiğine nasıl karar veriyorsunuz?

Bu çok zor bir karar. Yazacağım bir cümlenin ya da paragrafın dengeyi bozacağını hissettiğim zaman romanı bitiriyorum.

Romanın kahramanları Sai, Lola, Noni ve Peder Booty, Hindistan hakkında yazan İngiliz yazarları sevmedikleri konusunda hemfikirler. Ne var bunun altında? Hakikaten İngiliz yazarlar İngiltere’yi yazdıklarında mı daha çekici oluyorlar?

Genelde şöyle bir inanış var: İngilizlerin Hindistan hakkında gözlemlerinin çoğu doğru değil. Ama ben öyle düşünmüyorum. Hindistan hakkında çok önemli romanlar var. Bu tamamen sunumla ilgili. Hintliler, kendi içlerinden olan yazarların kendi ülkelerini daha iyi tasvir ettiklerini düşünüyorlar. Ama bu, giderek bir domino efekti gibi şuraya varabilir: Hintli ama yurtdışında yaşayan yazarlar da Hindistan’ı çok iyi aktaramıyorlar.

Romanda “Yeni bir dil araya mesafe koyuyor ve kalbi koruyor” diyorsunuz. Siz de anadilinizde yazmıyorsunuz. Neler diyeceksiniz bu konuda?

En güçlü olduğum dilde yazıyorum, bu da İngilizce. Tabii ki bir göçmen olarak başka bir ülkede yaşadığınızda, başka bir dili konuştuğunuzda bazı şeyleri kaybediyorsunuz. Örneğin, benim dilim babamınkinden çok farklı. Babamın İngilizcesi yarı Hintçe, bol deyimleri olan bir İngilizceydi. Yaptığı espriler, kullandığı deyimler ise Hintçeydi. Ama benim dilimde, kuşak atladıkça bunlar kayboldu. Hatta bu yüzden babam bana, “senin edebiyatın gerçek edebiyat değil, sen dilini bazı yerlerde kaybetmişsin” diye söylenirdi. İnsanlar eski Delhi lehçesini duydukları zaman o kadar duygulanıyorlardı ki, ağlıyorlardı. Dil onlar için çok farklı bir şey ifade ediyor. Aynı zamanda dilinizi değiştirdiğinizde ne kadar iyi konuşursanız konuşun bir şeyler yitiriliyor. Yiten şeylerden biri de espri yeteneği.

Pankaj Mishra, kitabınızı 80’leri konu edinse de bir 11 Eylül sonrası roman olarak değerlendirmişti. Bu görüşe katılıyor musunuz? 11 Eylül saldırıları hiç yaşanmasaydı bu romanı aynı şekilde mi yazardınız?

Romanı 11 Eylül’den çok önce yazmaya başladım ve 11 Eylül saldırıları olduktan sonra çok uzun bir süre de yazmaya devam ettim. O yüzden hiçbir bağlantısı yok.

Batılı yayıncılar için Ortadoğulu ve Asyalı kadın yazarların bir çekiciliği var. Bazı yayıncılar için “siyaseten doğruculuk” edebiyatın önüne geçebiliyor. Bu durumdan rahatsızlık duyuyor musunuz?

Bunun bir moda olduğunu düşünüyorum ve bundan rahatsızım. Hiçbir zaman edebiyatta dönemler ve modalar olmamalı. Mesela Nijeryalı bir kadın ile tanıştım, romanını bastırmak için bir yayıncıya gittiğinde “Nijerya şu an moda değil, Hindistan moda” diye bir cevap aldığını söylüyordu. Tabii hiç belli olmaz, bir zaman sonra da Nijerya moda olabilir. Arkadaşlarım bu konuda benimle epey eğleniyor. Bu yine sunumla ilgili bir şey. Yazar olarak sorumluluğumuz, kendimizi ve ülkemizi nasıl temsil ettiğimiz, beni ilgilendiren bu.

George Bush yönetime geldikten sonra Amerikan vatandaşı olmaktan vazgeçtiğinizi söylemiştiniz. Günümüzde Amerikan politikaları hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bu konu hakkında çok fazla düşünmüyorum, ne olumlu ne de olumsuz. Yorum yapmak istemiyorum.

Romanlarınızda kültürel miras, göçmenlik, sömürgecilik, ırk, din ve milliyetçilik gibi konulara odaklanıyorsunuz. Okurunuzu daha farklı konularla buluşturmayı düşünüyor musunuz?

Evet, bir sonraki romanım daha az politik olacak. Modern insanların yaşadığı sorunlar, modern olmak, eski moda olmak, bu tarz insanların birbiri arasında yaşadıkları farklılıklar, modern hayatın getirdiği yalnızlık… Buna benzer temalar diğer romanlarımda da gözükse de yeni kitabım duygulara ağırlık veren bir eser olacak.

Romanınızı bitirince okurun aklında epey bir kitap ve yazar adı kalıyor. Onlara dair eleştiriler, övgüler, yergiler...

Her zaman şaşırmışımdır, neden yazarlar başka yazarların kitaplarından, romanlarından bahsetmezler? Çünkü bu kitaplar ve yazarlar sizin önemli bir parçanızdır. Ne okursanız osunuzdur. Bu yüzden romanımda başka kitaplardan bahsetmek istedim.

Anlatıcı, kitapların Sai’nin huzurunu kaçırdığını söylüyor. Sizin huzurunuzu kaçıran kitaplar neler?

Aslında ben de Sai gibi düşünüyorum. Bazı kitaplar insanı huzursuz edebilir. İsmen şu an aklımda olmasa da... Özellikle geçmişle ilgili bazı okumalar, bazı kitaplar huzursuzluk duygusu oluşturabiliyor. Onun dışında kitaplarla ilgili beni huzursuz eden, daha çok kitapların kendisi değil de yok olan ve sahip çıkılmayan kitaplar, bir şekilde zarar görmüş, çocukluğumda gördüğüm kütüphaneler. Bilinçli olarak değil, bakımsızlıktan, doğa şartlarından, içinde ve raflarında hâlâ kitap olduğu halde yok olup giden kütüphaneler, kitaplar ve bir daha basılamayacak olmaları… Bu his beni huzursuz ediyor.

Günümüz dünya edebiyatında imrendiğiniz, hayranlık duyduğunuz yazarlar var mı?

Çok fazla var aslında. V.S. Naipaul, Michael Ondaatje, Salman Rushdie. Özellikle Rüşdi’nin dili kullanmadaki özgürlüğü ve kendi milletinden yazarlara yol açmak konusundaki öncülüğü beni etkilemiştir.

Türk medyasında başka söyleşileriniz de yayımlandı ve bunların bir kısmı Orhan Pamuk ile olan ilişkinizi merkeze alıyordu. Pamuk’un romanınızın önüne geçmesi sizi rahatsız etmiyor mu?

Aslında romanla ilgili sorular da geldi ama Orhan Pamuk üzerinden sunulmuş olabilir. Çok fazla rahatsızlık duymadım. Ama romanım hakkında konuşulması beni daha çok mutlu ediyor.

Orhan Pamuk’la tanışmanız Türk edebiyatıyla da tanışmanızı sağladı mı? Bildiğiniz, takip ettiğiniz Türk yazarlar var mı?

Tabii ki bana önerdiği, tanıttığı yazarlar oldu: Tanpınar, Halide Edip, Yaşar Kemal. Çok büyük bir kütüphanesi olduğu için bütün önemli yazarlar var elinde. Ama en büyük problem çeviri, maalesef pek azının İngilizce çevirisi var.

Musa İğrek

Kitap Zamanı

Sayı 56

6/09/2010

Yorumlar