'Kırılgan bir feminizmim var'


Onu bir eylemde bildiri okurken ya da bir özgürlük çağrısında bulunurken mutlaka görmüşsünüzdür. Kadın hakları savunucusu kimliğiyle ön plana çıkmış olsa da günümüzün usta öykücüleri arasında. Aktivist ve yazar Yıldız Ramazanoğlu yeni kitabını yayımladı. 'Angelika' (Timaş Yayınları), Ramazanoğlu'nun dünyasını çokça aralıyor diyebiliriz, zira yazar bu kez kahramanlarının hepsini kendi hayatından seçmiş. Ramazanoğlu ile yedi öyküden oluşan Angelika'yı konuştuk.

Virginia Woolf 'Kendine Ait Bir Oda' kitabında "Para kazanın , kendinize ait ayrı bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın, erkekler ne der diye düşünmeden yazın!.." diyor. Angelika'daki öykü kahramanlarınız ın hepsi bu çağrıyı duymuş gibi, çoğu yazmakla bir şekilde ilintili kadınlar, nedir bu yazma arzusu?

Biraz yavaşlayıp 'neydi' o duygusuyla geçip gidenlere hayretle yeniden bakmak galiba. Bazı ayrıntılardaki büyüyü kayıt altına alıp yeniden okumak. Her kelime eylemin ve anlamanın parçası. Yazmayı bir çeşit okumaya, harekete geçmeye dahil edebiliriz aslında.

Angelika'da, yazmak isteyen erkek olduğunda tüm kapıların ardına kadar açıldığını, ama kadına gelince bunun bir hastalık belirtisi, bir muamma olarak görüldüğünü söylüyorsunuz. Bu hakikaten öyle mi?

'Sinemacı Kadınlar' hikâyesinde bu epeyce tartışılıyor. Sezar'ın hakkı da verilmiş sanki. Hepimiz biliriz, özellikle de akademik tez yazan erkeklerin ailedeki kutsal yerini, korunaklı odasını, hizmeti hak eden çabasını, herkesi susturma hakkını. Ama iş edebiyata gelince kabul, erkek için de hayat zorlaşır. Kadının varlığı ise makbul biri olacaksa evde toplumda sıvı gibi yayılsın istenir, bir masanın başına tek parça halinde oturması zaman alır.

Roland Barthes yazmanın sebebini pek çok maddede açıklar. Kahramanlarınızdan biri de "Yazdıklarım hiç yayımlanmasa da yazıyor olmam çok önemliydi. Yapmak istediğimi yapabilmiş olmanın zaferi." diye bir cümle kuruyor. Ramazanoğlu'nun yazma nedeni nerede duruyor?

Hayatı anlamlı kılmanın yollarından biri. İyileşmenin, teselli olmanın, sarmaşık gibi yaşama tutunmanın, bazı anları parlatıp dolaşıma sokmanın. Rumi der ki: Herkes bir hayale kapılmış, saklı defineyi bulmak için bir köşeyi eşip durmada. Benim definem içi kaynayan sönük anlar.

Feminizmin sembol rengi mor bir kapak ve baştan ayağa kadın kahramanlar... Bazı öykülerinizde de kahramanlar, Virginia Woolf, Sylvia Plath, Halide Edip, Simon de Beauvoir, Fatma Aliye ile yan yana, erkekler ise çokça silik. Neden bu ısrarcılık?

İdeolojik bir şey yok. Yazma evrenimde beni etkileyen birkaç hakiki kadından söz etmek istedim o kadar. Feminizmin bayrağını dalgalandırmadım coşkuyla ama içinden geçtiğimiz süreçlerin daha çok kadınları hırpalaması dikkat çekici. İslam'ın daha fazlasını vaat ettiğini bilmek yolun bir şekilde kapatıldığını görmeme engel değil. Çok parçalı ve kırılgan bir feminizmim var.

Öykülerinizde bir ülkede öteki olmak, kadın olmak, özgürlük, yabancılık, taciz gibi toplumsal yaralar hep merkezde, sadece bu tür konulara eğilen bir edebiyatın artısı, eksisi nedir?

"Sadece bu tür konular" dediğimiz şey zaten hayatın kendisi. Her şey hayatla aynı anda. Edebi metinlerde toplumsal gerçekliklerin ve etkileşimlerin, sosyal zeminin ayıklanması, çok fazla soyut temalara yönelinmesi bir tercih. Kalbe aykırı gelen şeylerin yazarak, şimdiki zamanın tam ortasında aşındırılması da başka bir tercih.

Bu kitabınız çokça otobiyografik özellikler taşıyor sanki... Bunun yanında öykü kişilerinizi yazarken onlara hangi mesafeden bakıyorsunuz?

Bu kez mesafeler fazla aşıldı. Kahramanların hepsi de hayatımdan. Zamandan başka mesafe yok diyebilirim. Kurguyla gerçeklik iç içe.

'Hüküm' adlı öykünüzün sonu "Şehrazat'a özenip anlattığım hikâyeyi sonuna kadar dinleyen var mı, inanan peki?" sorusuyla bitiyor. Bunu bir yazar olarak kendinize sorduğunuzda, okunmak, hikâyelerinizdeki gerçeklik vs. nasıl bir manzara çıkıyor?

Yazar okurun beklentilerine göre imal etmez. Bu yüzden ürün değil yazdıklarım. Hedef kitle kimdir düşüncesiyle başlamıyorum yazmaya. Kitapta kadın üzerinden insana dair birkaç küçük kesit vermeye çalıştım. Kahramanların kadın diye görünmesi kendiliğinden gelişti.

Kitapta evlilik için eğitimini yarıda bırakmış, sizin tabirinizle 'fenafil koca' olmuş kadınlardan, mutlu ailelerden söz ediyorsunuz. Bu, Tolstoy'un Anna Karenina romanının ilk cümlesini akla getiriyor: "Bütün mutlu aileler birbirine benzer, her mutsuz aileninse kendisine özgü farklı bir mutsuzluğu vardır." Bunu nasıl yorumluyorsunuz?

Ailede sabır ve fedakârlık beklenir ama bir yere kadar. Kimsenin müstakil varlığı, hayalleri, hedefleri geri çekilip yok olmamalı. Birinin ötekinde erimesi şiirsel değil, zalimane gelir bana. Bu çocuk için de geçerli.

Angelika'da Henri Matisse, Joan Miro, Kurosawa... Filmler, sergiler vs. var. Edebiyatta disiplinlerarasılıktan mı yanasınız? Edebiyatın sinema ve plastik sanatlarla haşır neşir olması nasıl bir zenginlik katıyor?

Her sanatın kökeninde güçlü bir hikâye vardır. Anlatılmak istenen bir durum, hissiyat ya da olay. Bütün hikâyeler birbirinden esinlenir, beslenir. Bir derdi meselesi olan insanlar güçleri imkânları ve yetenekleri neye yeterse onunla anlatırlar algıladıklarını ya da muhayyilenin yarattıklarını.

Yorumlar